Emel Eva Tokuyan

Emel Eva Tokuyan

Mail: emeltokuyan@gmail.com

HADİ KIR ZİNCİRLERİNİ! 

Her zaman geçtiğim yollardan biriydi. Zihnimdekileri bir kenara bırakıp etrafa bakındım… Yan tarafta birbirine omuz verircesine bitişik binaların yüzeyi tabela tarlasını andırıyordu. Yazılı her şeyi istemsizce okuma gibi bir eğilimim var. Birinci bina avukat tabelaları ile doluydu. Kimisi oldukça süslü, gösterişli, yazı karakterleri ve logolarla kimi ise ürkekçe ben de burada avukat olarak varım dercesine sönük tabelalar. Bir de son zamanlarda rağbet gören arabulucu avukat tabelaları. Hemen yanındaki binayı ise diyetisyenler ve cazip vaatleri oluşturuyordu. Bir diğer yanda yeni akım “wellness”, iyi hissetmek temeli üzerine kurulmuş, varyasyon uygulamalar bir dolu tabela… 

İçimden gülümseyerek, ölümsüz filozof Platon’un* kulaklarını çınlattım: “Bir toplumda avukat ve doktorlar arttı ise toplum bozulmaya başlamıştır.  Adaleti sağlayamayan bir kişi avukata,  ölçüsüz beslenen doktora ihtiyaç duyar” demiş binlerce yıl önce. Bir doğa insanını getirip şehrimizde bir tur attırsak nelere nasıl bakardı? Diye düşünmeden edemedim. 

Az ilerde ise bir kitap reklamının boy boy afişleri sıralanmıştı. İsmini tam olarak yazmak istemiyorum ancak başlık şu anlama geliyordu: İşkence etmenin öğretilmesi! Tüylerim ürperdi. Olmasını istemediğimiz zarar verici şeylerin çokça ifade edilmesi, kitaplara, filmlere ve hatta çocuk oyunlarına kadar girmesi onu legalleştirip normalleştiriyor.( Bu konu uzun bir başka yazıda anlatacağım) Nezaket ve hoşgörünün pratik uygulamasına ne çok ihtiyacımız var günümüzde. Kişinin etik olması için gereken teknikleri öğrenmesi, uygulaması için zaman açması diğerinden çok daha efektif olurdu…  Anlamı boşaltılmış kavramlar, vaatler, sloganlar ve imajlarla dolu sokaklardan geçtim bir süre daha. Etrafa bakındım. Kadın, erkek, çocuk, yaşlı her yaş gruptan insan… Konuşan yüzler, konuşan duruşlar… Kim mutlu? Kim sağlıklı? Kimin aklı karışmış? Kim yönsüz? Kim kendisi?… 

Tüm gün boyunca farkında olmadan maruz kaldığımız onca sağlıksız şeyden sonra yan yana, üst üste sıralı mekânlarımıza yorgun bedenimizle ve ruhumuzla dönüyoruz. Dışarıda görünmeyen tutsaklığımıza evimizin duvarları, pencerelerimizin parmaklıkları ve güvenlik adına kilitler ile bir tutsaklık daha ekliyoruz. Doğamıza uygun olmayan bizi sağlıksız mutsuz kılarak içimizdeki cevherin git gide derinlere gömülmesine neden olan benzer günler, aylar, yıllar ve yaşanmamış hayatlara, ertelenmiş hayallere ve boşa çıkmış umutlara ölüyoruz. Bir başka hayat mümkün. Kişisel zincirlerimizden özgürleşmek mümkün. Birer birer, adım adım gerçek anlamda yaşamak mümkün.  

Akira Kurusowa, “Dersu Uzala”(1975) filminde Doğayı kuşatmaya çalışan komutan ve doğayla uyumlu yaşayan Dersu Uzala karakterinin bir araya geliş hikayesini anlatarak çok önemli bir gerçeği bize aktarıyor: İnsan doğadan uzaklaştığı oranda kendi doğasından da uzaklaşır. ( Filmi izlememiş ve izleyecek olanlar bundan sonraki kısmı izledikten sonra okumayı tercih edebilirler.)  

Japon-Rus ortak yapımı film Yüzbaşı Vladimir Arseniev’in kitabından yola çıkılarak senaryolaştırılmış. Bu arada Dersu Uzala’yı canlandıran oyuncunun Tuva Türklerinden ve gerçekte de Şaman olduğunu da belirtmek isterim. Bir grup asker Sibirya’ya topografik harita çıkarmak üzere görevlendirilir. Askerler bir gece ateş başında sohbet ederken, Dersu çıkagelir. Komutan bölgeyi iyi bilen bu kişiye kendilerine rehberlik edip edemeyeceğini sorar ve büyük aydınlanmalarla dolu yol hikâyesi başlamış olur. Dersu tüm doğanın ve her şeyin canlı, kutsal ve bir ruhu olduğuna inanır. Tören ve saygı ile yaklaşır her varlığa. Doğanın unsurları ile konuşurken askerler onu anlamaz ve gülerler. Dersu da onların bu sesleri duyamayışını anlamaz. Bambaşka dünyalarda yaşayan, bambaşka dilleri konuşanlar kadar yabancılık içindedirler. Filmin bir sahnesinde zorlu doğa koşullarında bir barakaya rastlar ve sığınırlar. Oradan ayrılma zamanı gelince Dersu, Komutandan biraz prinç, tuz ve kibrit ister. Hepsi şaşırır. Dersu kararlılıkla başka zaman birinin buraya yolu düşebileceğini açlıktan ve soğuktan ölmemesi için bırakmaları gerektiğini söyler ve dediği yapılır. Hiç görmeyeceği insanları incelikle düşünmüştür Dersu. Kalbi büyük ve insan merkezlidir. Doğadaki izleri ve işaretleri şaşkınlık yaratacak bir kesinlikle okur. Örneğin; Kendilerinden ne kadar süre önce yoldan kimin geçtiğini ayrıntılarına kadar söyler ve diğerlerinin bunları nasıl anlayamadığını anlayamaz. Olası doğa olaylarını net olarak bilir. Hatta bir keresinde pratik zekası ve doğa bilgisi ile Komutanın hayatını kurtarır. Tüm film boyunca Dersu karakterinde her birimizin doğasında zaten var olan ve kaybettiğimiz insan sevgisi, doğa ile uyumlu yaşam, tüm varlığın yaşayan büyük bir canlı olduğu derin bir saygı ve nezaketi, kişisel otantik kimliğini yaşamanın nasıl bir şey olduğunu hayranlıkla izleriz. Yönetmen kafamızda oluşan “Dersu şehirde olsa nasıl olurdu?” sorusunu da yanıtlamak istemiş olacak ki filmin sonlarında şehirdeki Dersu’nun doğal olmayan her şey ile çatışması, hayal kırıklığı ve çektiği acıya tanık oluruz. Filmin çok çarpıcı bir finali var. Komutanın Dersu’ya kendisini korumak için armağan ettiği son model silah bir nedenden onun sonu olur. Kuşkusuz bu yazım bir film incelemesi olmadığı için muhteşem birçok ayrıntıya değinmek imkânı yok. Ancak en azından bu film aracılığı ile kendimize ayna tutabilirsek, Dersu kadar olmasa da en azından günlük olarak kendimizle iç sohbetimize zaman ayırarak; beni dinle diyen bilge iç sesimize kulak vermeyi başarırsak ne harika olur? Kendimize giden yoldaki her bir zinciri fark ederek ve kırarak özgürleşmek ne güzel olur? Her gün, an be an, adım adım, kendi doğamıza yaklaşmamız ve kendimizden başlayarak dünyayı daha iyi bir yer yapmamız için neler mümkün? 

 

Emel Eva Tokuyan 

 

*Platon, Rex Publica, Devlet 

Makale Yorumları

Facebook Yorum

Yorum Yazın